Baraka’m

Bir mevzum var. Anlatayım. İnsan Tarikatı’nın çıkışı 2011 Fatih’iydi. Kendince iddiasız da olsa bi’ başkaldırıydı bi’ şeylere, her şeye. Özgürlükler sınırlanmamalıydı mesela. İmkansız diye bir şey yoktu onda. Niyeti onu anlatmaktı. Tabi, sonra basitçe etnisite, müzik, sinema alanlarına daldı, hasılı son dönemlerde uğra(n)maz oldu… Şahsi tarafından bakarsam, o güne (2011) kadar ne eklendiyse Fatih’e onların bi’ dışa-vurumuydu İnsan Tarikatı. Ve temel böyle olunca, sarsılmasın diye değişiklik yapmaktan imtina ettim haliyle. Yani değişimi savunurken değişmemeye başladım diyebilirim. İnsan Tarikatı zihniyetine ihanet etmeme çabası özetle. Ya da bana öyle geldi, öyle görmeye başladım vaziyeti.

Bana öyle geldiği için de 2016’yı başlangıç kabul edecek yeni bir kimlik açayım dedim. Niyetim açılış halime çok saplanmak değil bu kez; tutarlılık kaygısından kurtulmuş keyfi ve fevri bir sayfa. Diyor ya Camus: …kendi sınırlarını gösterir ona. sınırlı özgürlüğünden, geleceksiz başkaldırışından, ölümlü bilincinden şüphesi olmayınca…

Baraka’da kendime anlatamadıklarımı ve anlatacaklarımı yazacağım. İlgimi çeken ya da çekmesini istediğim şeyleri de. Samimi karalamalar olacak yani. Müzik, kitap gibi kültürel şeylere de gireceğim elbette. İddiasız olacak bunlar…

Alanım burası işte. Ben ona şimdilik Baraka diyorum… Buyrun gelin Baraka’ma, misafirim olun. Samos Tepesi’ndeyim. Ulaşmak için bi tık kâfi.  (Fotoğraf bana ait: Mora’da Taygetus dağı.)

samos

Kıyıda

Burundian refugees gather on the shores of Lake Tanganyika in Kagunga village in Kigoma region in western Tanzania, as they wait for MV Liemba to transport them to Kigoma township, May 17, 2015. Burundi President Pierre Nkurunziza on Sunday made his first public appearance in the capital Bujumbura since an attempted coup last week failed to oust him from power, saying he was monitoring a threat posed by Islamist militants from Somalia. REUTERS/Thomas Mukoya      TPX IMAGES OF THE DAY

Fotoğraf: Thomas Mukoya, Reuters / Kigoma

Bilir misiniz göç ne demektir diye soruyor, evinizden ayrılmayı, şehrinize veda etmeyi, anılarınızı gözü yaşlı geride bırakmayı? Ekliyor, öyle yabancı illerden çaresizce umut beklemeyi, bilir misiniz?

Sadece üç harf hayatı değiştiren. Yo, aşk değil bu. Bu kez aşk değil.  Öyle güzel bir şey de sayılmaz zaten. Göç bu. Hayatın yönünü değiştiren keskin bir adım, sarılmaz yaralar açan, ümitlerle sonu belirsiz bir yolculuk bu.  Fırtınaya tutulursun ya kara denizde, öyle bir şey.

Anlatıyor, Şehrin keşmekeşliğinden kaçıp, kısa bir huzur almaya benzemez bu yolculuk. Deniz keyif yapılacak, nehir serinlenecek yerler değil bize. Yol onlar. Sonu belirsiz, umut yolu. Sınır onlar. Bir daha dönmemek için, dikenli teller bıraktığımız sınır.

Çok uzaklardan Rumca bir şarkının sözlerini hatırlıyor o sırada, Tanganika kıyısında. FAS

Sana söylemiştim, yine söylüyorum
Sahile inme (demiştim)
Fırtına olur sahilde
Ve seni alır, götürür

Kırmızı

brn

Fotoğraf: Goran Tomasevic, Reuters / Bujumbara

Değişim sancısı diye avutuyor kendisini. Kolay olmaz bu işler diyor kat’i bir ifadeyle. Sokaklar sivrilecek, duvarlar kırmızıya boyanacaktır elbette diye ekliyor sonra.

Kendinden eminmiş gibi görünmeye çalışıyor bunları düşünürken. Referansı tarih ne de olsa. Böyle değil miydi asırların hikâyesi bir bakıma? Termofil’de, Viyana’da ya da Gettysburg’da kaybedeni de olan zaferler kazanılmamış mıydı? Tarih dedikleri bunlardan ibaret değil miydi yıllarca? Bu kırmızı, bayraklara renk olmamış mıydı defalarca yeryüzünde? Hatta son asrın gerçeği değil miydi kurtuluş için katliamlar, Nanjing’te, Guernica’da, Halepçe’de, Srebrenitsa’da. Dünyanın tüm kıtalarında.

Kırmızı yadırganmamalı o zaman diyor, haklı olduğunu ispatlarcasına kendisine. Bir zamanlar ne güzel basitlemişti liderin biri; milyonların ölümü istatistiktir diyerek bu vaziyeti. Buydu işte milyonlarca trajedinin tanımı.

Biraz duruldu. Değil, olmamalı dedi bu kez. Sancısı çekilen değişim, kırmızıyı hiç değiştirmemişti aslında. Asırlarca aynı renkti. Burundi’de çekilen bu fotoğraftaki gibi hâlâ kırmızıydı. FAS

Bodrum’dan öte Avram Avinu

Endülüs’ün bağrından çıkmış güzel bi’ parça. Ladino dilinde yazılmış şarkı/ilahinin nakarat kısmında şunlar söyleniyor; “Babamız İbrahim, biricik babamız, mübarek babamız, İsrail’in ışığı”

Türkçe’ye düz çevirince tuhaf oldu tabi ama manasını zihnimizde tamamlayabiliriz bu sözlerin kanımca. Neyse, bu şarkı bize tanıdık aslında. Sefarad diye bir grup vardı, bizim dünyamıza bu parçayı ‘Bodrum’ ismiyle onlar soktu. Yukarıdaki mısraların yerine ise şunları söylüyordular Bodrum şarkısında; “Bu yaz Bodrum’da, yine kumsalda, yine barlarda, yine seninim”

Velhasıl, Ebdülüs’te Hz.İbrahim’e atfedilmiş sözlerin yerine Türkiye’de Bodrum barları konulmuş. Gerçi bunu yapan grubun isminin Sefarad olması da bir Türkiye ironisi olsa gerek.. Parça güzel, dinleyin derim… FAS

Vlepi o Theos to Ayvali*

ayvalik1

Yunan’ı denize dökmekle övünen bi’ milletin evladıyız. Lakin, İzmir’e, Bursa’ya, Ayvalık’a, özetle Batı Anadolu’daki bi’ şehre Yunanların yüklediği manayı, yazdığı şarkıları düşününce Türkler bu konuda biraz yavaş kalmış gibi. /// ‘Burası bizim’ deyip madden sahipleniyoruz şehirleri fakat bir şey eksik kalıyor genelde; ruhu. Gökdelenlerle, saçma apartmanlarla, tuhaf peyzajla binyılların bu şehirleri hormonlu binalar silsilesine dönüşmüş vaziyette. Yakında, Boğaziçi’nde kalan son konağa bakarak “İşte bir zamanlar buraları hep İstanbul’du” diyeceğiz belki de. Yine de teslim etmek gerek, belki de hakkıyla övülen, adına şarkılar yazılan tek şehir İstanbul, Türkler tarafından.

Paylaştığım bu şarkıya gelince, İzmir’e güzellemeler diyebilirim. Ama İzmir’den, Karşıyaka’dan bahseden bu şarkıda Ayvalık da unutulmamış misal. Yanlış çevirmediysem şarkıda şöyle diyor, “Tanrı Ayvalık’ı görür ve aklı durur”… Türkçe’de Ayvalık’a atfen ilk akla gelen şarkı genelde “Ayvalık tütüyor burnumda, getir evladım rakı-roka”… Popüler tabirle “Rakı-balık-Ayvalık” var bi’ de. /// Bir şeyler yazılıyor şehrilere nadiren de olsa, ama ruhu eksik kalıyor onun da. Tabi, yine hakkını vermek gerek, Türkler de Selanik’e yazmış güzel parçaları. Biraz elden avuçtan kayması gerekiyor herhalde kıymeti bilinmesi için bi’ şehrin. Velhasıl, bence güzel parça. Dinlenebilir… FAS

* Tanrı Ayvalık’ı görür

İzmir hakkında

izmir

“Kozmopolit Smyrna bir Yunan şehri değildi, fakat Osmanlının İzmir’i de bir Türk şehri değildi. İzmir’in Ermenileri yabancı değillerdi bu şehirde, ayrıca burası Yahudi nüfusun da kendi eviydi. İzmir’i Levantenler olmadan hayal etmek mümkün müdür peki? Kimi Avrupa’dan yeni gelmiş, kiminin ailesi kuşaklar boyunca yerli Hristiyanlarla karışmış, belki de Batı Avrupa’yla yeniden bağlar kurmuş ya da olan bağları zorunlu olarak korumuştu. Çingeneler ya da Siyahlar gibi pek fazla yazılı belge üretmeksizin yaşamış, bugün hâlâ yaşayan topluluklar nasıl bir kenara atılabilir? Geç devir Osmanlısının İzmir’i, cazibesini herkesin birlikte yarattığı sinerjiden alıyordu.”

Nereden çıktı İzmir anekdotu diyenler olacaktır bi’ ihtimal. Son haftalarda Pazar günleri, işyerinde olmaktan mütevellit Yunan müzikleri dinliyorum genellikle, az-biraz zihnî yolculuk olsun niyetiyle. Bazı şarkıların hikayesine yahut sözlerine baktığımda bi’ çoğu bi’ şekilde İzmir’e bağlanıyor. Şu an TC’nin ‘gavur’u olarak anılmaktan, Kordon’uyla övünmekten başka reklamı/tanınmışlığı olmayan bu şehrin geçmişte ne kadar farklı olduğunu, harbici bi’ dünya şehri olduğunu düşündürttü bana bu müzikler. Tabi, sadece Yunan müzikleri burada paylaştıklarım. Ki açıkçası Yunanlılar ve Türklerden başka da İzmir’i bu denli sahiplenecek millet var mıdır, bilmiyorum.

Özetle, kendiliğinden İzmir şarkılarından bi’ arşiv oluşmaya başladı. Kimisi İzmir’e yazılmış, kimisi İzmir çıkışlı sadece. Bi’ kısmını burada paylaşayım istedim. FAS

Misirlou – http://www.youtube.com/watch?v=_r_lt-iTzc0

To Dervisaki – http://www.youtube.com/watch?v=3E5088ftvN4

Smyrneika Tragoudia – http://www.youtube.com/watch?v=8_10VU9rXgk

Manaki Mou – http://www.youtube.com/watch?v=xTn37EZ3Jy8

Bornovali – http://www.youtube.com/watch?v=UKEHf9HwVv4

Smyrni mana kegete – http://www.youtube.com/watch?v=nTdnhHbAsJQ

Psarantonis

Şânı küreselleşmiş ‘yerel’ müzisyen, Psarantonis. O anki duygularına göre şarkıları yorumlayışı her seferinde değişiyormuş. Hissî yaşamın önemini küçümsemiyor demek amcamız dünyanın modernliğine sığınıp. ‘O an adamı’ diyebiliriz bi’ nevî. Giritli bu arada, bu normalliğinde Egeli olmasının da katkısı vardır kanımca. Şikagolu amcalar zorlama doğalcı geliyor bana genelde… Bir de, Yunan mitolojisi denince zihnimizde beliren bi’ Zeus resmi vardır hani. Bu amcayı görünce ‘Zeus hâlâ yaşıyormuş mu?’ demekten alıkoyamadım kendimi. FAS

Onlar evlerine dönme hayaliyle yaşlandılar

Mohammed Emtair

85 yaşındaki Muhammed Emtair ömrünü, evine döneceği umuduyla mülteci kampında geçirenlerden biri.

Birleşmiş Milletler Haziran soınunda bir ‘istatistik’ yayınladı. Eldeki verilere göre evinden edilmiş, mülteci olarak yaşamak zorunda kalan insan sayısının 50 milyonu geçtiğini duyurdu. Dünya ise, Stalin’i haklı çıkararak milyonların acısını ‘istatistik’ olarak gördü. Oysa, evlerinden edilenler bu rakamlar değildi, birbirinden tamamen farklı her biri özel hayatlar idi. Ramla yakınlarındaki köyünü 1,5 yaşında terk etmek zorunda kalan Filistinli Leyla Afaneh gibi. O günden beri evine döneceğine dair umudunu hiç kaybetmeyen o küçük Leyla şimdi 67 yaşında. Dile kolay!

Birleşmiş Milletler sadece bir coğrafyadan bahsetmiyordu tabi. Afganistan, Filistin, Güney Sudan, Orta Afrika, Myanmar, Somali gibi dünyanın her kıtasındaydı bu acılar, göç edenler. Bir de kucağında uyuyan 2 yaşındaki kızıyla İstanbul’un bir köşesinde dilenmek zorunda kalmış Suriyelilerdi bu insanlar. İşte 50 milyon olarak açıklanan bu rakam, birkaç ‘lider’in ağzından çıkan nefsî kararla evlerinden edilen insanlardı özetle. Bu insanların yaşam kaynağı ise -bizim kıymetini bilmediğimiz- memleket toprağına duyulan hasretti, bir gün evlerine dönme umuduydu. Hiçbiri huzurlu yuvasını, sıcak aşıyla mutfağını, akrabalarını bırakıp gitmemişti başka memleketlere, kaçmıştı onlar ya da sürülmüştü! Hayfa yakınlarındaki evini 4 yaşında terk etmek zorunda kalan Filistinli Nayfeh ebu Sba gibi. O yaştan beri Cenin mülteci kampında, evine döneceği günü bekleyerek yaşıyor hâlâ.

85 yaşındaki Muhammed Emtair de ömrünü, evine döneceği umuduyla mülteci kampında geçirenlerden biri. İsrail saldırılarından dolayı çocukluğunda evini terk edip, Kudüs’le Ramallah arasındaki Kalandiya kampında yaşamak zorunda kalmış on yıllardır. 70 yaşındaki Cemile Şalabi ise henüz 4 yaşındayken ailesiyle birlikte köyünü terk edip Cenin mülteci kampına sığınanlardan. 1948’deki savaşın ardından göçe zorlanan, mülteci durumuna düşen diğer yüz binlerce Filistinli gibi. Filistinlilerin ‘büyük felaket’ olarak hatırladığı o günleri yaşayanlardan biri de 85 yaşındaki Gaffur Abrurrahman. Genç yaşta evini terk edip Kalandiya kampında yaşıyor o da.

Onlar gibi yüzlerce, binlerce insan var eğer istatistiki olarak bakmak gerekirse. Ama onlar, daha anlamadan/anlayamadan evlerini terk edip, yabancı ellerde tüm zorluklara, hatta dışlanmalara rağmen yaşamayı başarmış hayatlar. BM’nin açıkladığı rakamlar ise, geçen onca yıla rağmen umutlarını kaybetmeden yaşamaya çalışan bu insanların sayısının, 2010’ların dünyasında artmaya devam ettiğini gösteriyor, biz evi olanlara!.. FAS

Bizim stratejik sığlığımız

ortadogu

Ortadoğu’nun güncel durumu. 900 km’lik Suriye sınırından geriye 20-30 km’lik Hatay-Lazkiye (Esad Suriyesi) noktası kaldı. // (Sınırlar eldeki verilere göre, fazla detaya inmeden çizilmiştir.)

Son zamanlarda dillere pelesenk olmuş bir cümle uçuşuyor havada, dış politikada çuvalladık. Tam olarak çuvalladık mı, teknik olarak buna bir şey diyemem lakin pratiğe baktığımızda sadece yakın çevremizde Suriye, Mısır, Irak, IŞİD tehdidi, Ukrayna, Kırım gibi sorunlar mevcut…  Bu yol pek hayra alamet değil!

İyimser olmaktan yanayım ama en kötüsünü hayal etmeyi unutmayarak. Ahmet Davutoğlu’nun, IŞİD’in verdiği güvenceyi halka ‘Konsolosluk güvencemiz altında’ şeklinde sunacak kadar, bir ‘insan’ olarak iyimser olmalı; ama en kötü senaryoya, o konsolosluğun IŞİD tarafından çok kısa zamanda basılacağını bilerek, bir ‘devlet’ olarak hareket etmeyi de unutmamalı.

Çuvalladık mı? Eğer bir çuvallama varsa, -ki güncel durumda, pratikte var- ülkeyi yöneten hükümetin başkanlığında hepimiz çuvalladık. Son aylarda bazı ‘liberal’ yazarların yaptığı gibi bu konuda da ‘çuvallamadık’ güzellemelerine kasmaya gerek yok…  Ama, yine son zamanların modalarından biri olan suçlu avcılığına da soyunmadan dış politikayı niye başaramıyoruz, bunu anlamaya gayret etmeli…

Türkiye’nin Arap Baharı süreci ve öncesi ‘parlayan yıldız’ olduğu zamanlarda aslında bugünler göz kırpmaya başlamıştı, cümleten fark edemedik bunu.  Türkiye’nin hiçbir zaman devlet-insan ayrımını ve görevlerini becerememiş bir varlık olduğunu unuttuk ve güzel 3-5 güne kandık aslında. Gururumuz okşandı, hoşgörümüz arttı, abiliğimizle sırtımız sıvazlandı. Çünkü bizim gibi iyi insanlardan oluşan ve tüm dünyanın her daim iyiliğini isteyen bir devletti Türkiye! Aksi düşünül(e)medi… Evet, 1915’te bu toprağın ruhunun bir parçasını kendi ellerimizle koparmamıza rağmen, 1955’te komşumuzu bir adaya rehin almamıza rağmen, 1980’de 17’sinde genci gönül rahatlığıyla asmamıza rağmen, on yıllar boyunca kardeşleri toprak uğruna savaştırıp bundan kıvanç duymamıza rağmen biz Türk’üyle, Kürd’üyle, Lazı’yla, Çerkez’iyle, Ermeni’siyle hepimiz iyiydik. Çok iyiydik biz! Bence sorun burada. Aslında hepimiz birbirimizin düşmanıydık. Fark edemedik.

Her devlet, az yahut çok, kendi tarihine güzellemelerle dünya tarihini anlatır. Eyvallah. Lakin bizim tarihimiz bunda tanrısallığa oynamış. Hatasız, bir hatanın olduğu iddia dahi edilemez bir tarihe sahibiz! II.Abdülhamit’in 1890’da Fransa’ya bir piyesten ötürü verdiği ültimatomla haz duyar hale gelmiş, gücümüzü kimsenin test edemeyeceğini göstermişiz her defasında. Böyle basit olaylarla güçlülükten bahseden, bahsettikçe acizleşen bir millet olmuşuz. Bunu idrak edememişiz, edemiyoruz halen.  Fransa’da piyesi durdurtmakla övünedururken, 19. yüzyılda yaşanan şu olaylara da bi’ göz atmalı mesela:

– Rusya, Kırım’ı ilhak etmiş. Sonra Boğdan’a (Moldova-kuzey Romanya) ‘asayiş’i sağlamak açısından bakıp-çıkmaya karar vermiş. Bunun üzerine Osmanlı adına Fransa ve İngiltere, Rusya’ya savaş açmış ve kağıt üzerinde Osmanlı’nın da olduğu, tarihe 1.dünya savaşının provası olarak geçen Kırım Savaşı vuku bulmuş. (1853-1856)

– Tam o sırada, bir süre önce Mora’da kurulan Yunanistan, Selanik’e doğru ilerleyişe geçmiş. Fransa, Tesalya’ya girip Yunan yayılmasını bastırmış.

– Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Osmanlı’ya ‘başkaldırıp’ Kütahya’ya kadar askerleriyle gelmiş. Rusya, Kütahya’da valiyi durdurmuş. (1833)

– Ruslar, İstanbul için Ayastefanos’a kadar gelmiş ve son anda İngilizlerin devreye girmesiyle burada anlaşmaya zorlanmış. Ayastefanos bugün Yeşilköy. Yani Atatürk Havalimanı! (1878)

Örneklerle boğmaya gerek yok konuyu. Sembolleri çoğaltıp mevzunun özünden ayrılmamalı. Malum, hakikatten ziyade sembollere önem veren bir karakteri var bu toprağın insanının… Özetle, dış politikada çuvallamamamız için piyese verilen ilginin çok daha fazlasını yukarıda sıraladığım örnekler hak ediyor kanımca. Devletin, benzer hataları defalarca ilk kez gibi tekrarlamasını, yeni bir sorun karşısında taktiksiz kalmasını belki engeller, tarihi daha gerçek okuyabilmek. Yoksa, dillere destan 900 km’lik Suriye sınırından geriye 20-30 km’lik Hatay-Lazkiye noktası kalır ve bundan haberimiz dahi olmaz.

Dolayısıyla, dış politikadaki stratejik sığlıkta hepimizin bir payı var!

Ukrayna’nın tek dilli devrimi

FOTOĞRAF: MARKO DROBNJAKOVİC - AP

Karadeniz’in öte yakası geçtiğimiz hafta niteliği tartışmalı bir devrime ev sahipliği yaptı. 3 ay süren ve yaklaşık 100 kişinin yaşamını yitirdiği protestolar sonucu Batı yanlısı muhalifler, Rusya yanlısı Viktor Yanukoviç’i devirerek iktidar oldu. Ardından tutuklu bulunan muhalif lider Yulya Timoşenko özgür kaldı, Yanukoviç hakkında ise yakalama kararı çıkarıldı, Lahey’de yargılamanın önü açıldı. Rusya hegemonyasını reddeden yeni iktidar, ülkenin yaklaşık 3’te 1’inin anadili olan Rusça’nın resmiyetine son verdi.

Yüzyıllar boyunca Osmanlı, Lehistan ve Rusya’nın çekişmelerine sahne olan Ukrayna toprakları 19. yüzyıldan itibaren tamamıyla Rus İmparatorluğu’nun parçası oldu,  1991’de Sovyetler’in feshedilmesiyle de bağımsız bir ülke oldu. Bu tarihten sonra ülke, Batı ile Rusya yanlısı politikalar arasında gelgitlere sahne oldu. 2004 sonbaharındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Viktor Yanukoviç kazandı, ama seçime hile karıştırıldığı iddiasıyla sonuçları kabul etmeyen muhalefet seçimi tekrarlattı. Ocak 2005’te tekrar edilen seçimden diğer aday Viktor Yuşçenko galip geldi ve bu günler tarihe ‘Turuncu Devrim’ olarak geçti.  2010 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, yeniden aday olan Viktor Yanukoviç birinci çıktı ve 22 Şubat’a kadar ülkenin cumhurbaşkanı olarak görev yaptı.

AB ile ortaklık anlaşmasından vazgeçerek tavrını Rusya’dan yana koyan Yanukoviç, ülkenin coğrafi olarak da batısından destek bulan Batı yanlısı muhalefetin ve halkın tepkisini yeniden üzerinde topladı. 2004’ten beri Yanukoviç’e şüpheyle bakan bu kesim sokak eylemlerine başladı. 21 Kasım akşamı Kiev’in Bağımsızlık Meydanı’nda başlayan ilk protestoya gün geçtikçe destek arttı. 16 Aralık’ta, protesto yapma hakkı gibi bazı özgürlükleri kısıtlayan yasanın meclisten geçmesiyle alevlenen protestolar, Ocak ayında iç savaş görüntüsü almaya başladı. Ajanslara düşen fotoğraflar arasında mancınık kullanan eylemciler ile Roma savaş taktiğiyle savunma yapan polislerin görüntüleri dikkat çekiciydi…

18 Şubat tarihi ise ‘devrim’in güçlü ayak sesleri oldu. Güvenlik güçleriyle halk arasında çıkan çatışmalarda ilk gün 30’a yakın kişi hayatını kaybetti. Ölümlerin ardından taraflar ateşkes açıklamasında bulundu fakat bu Meydan’ı sakinleştirmedi, bilanço 82’ye yükseldi. Ülkenin batısındaki kentler başta olmak üzere birçok şehirde Lenin heykelleri yıkıldı… 20 Şubat’ı 21’ine bağlayan gece Avrupalı diplomatların da devreye girmesiyle, Yanukoviç ile muhalifler arasında anlaşma sağlandı. 100’e yakın kişinin hayatını kaybetmesinden sonra varılan anlaşma, 48 saat içinde 2004 anayasasına dönüş, 10 gün içerisinde yeni hükümet kurulması ve Aralık ayında da erken seçimi içeriyordu.

Cumhurbaşkanı Kiev’den ayrıldı!

22 Şubat sabahı ajanslar ‘Cumhurbaşkanı Kiev’den ayrıldı’ haberini geçti. Ardından parlamento başkanı Vladimir Ribak istifa etti ve yerine Timoşenko’nun destekçilerinden Aleksandr Turçinov geldi. Bu süreçte iktidar partisinden onlarca milletvekili istifa etti. Ülkenin doğusundaki Harkov’da basının karşısına geçen Yanukoviç, ‘Kiev’den kaçmadığını, burada halkıyla buluştuğunu’ söyleyerek “Ülkede darbe girişimi var. İstifa etmeyeceğim ve halkı bu çetelerden kurtaracağım” dedi. Kısa bir süre sonra Kiev’deki yeni parlamento Yanukoviç’i cumhurbaşkanlığı görevinden aldı. Yeni parlamento başkanı Turçinov aynı zamanda tam yetkili cumhurbaşkanı vekili oldu. Yanukoviç hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Doğu kenti Donetsk’ten yurtdışına kaçma girişiminde bulunan Yanukoviç’in engellendiği ve en son Kırım’ın güneyindeki Sivastopol yakınlarında görüldüğü iddia edildi. Parlamento, ‘toplu cinayetle’ suçlanan Yanukoviç’in yakalanır yakalanmaz Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanmasına karar verdi.

Devrimin meyvesi tek devlet dili!

Ukrayna’nın doğusu ve güneyi yüzyıllar boyunca Osmanlı ve Rusya, batısı ise Polonya hakimiyetinde kaldı. Günümüzde ise doğu ve güney bölgelerinde Ruslar ve anadili Rusça olanlar çoğunlukta, batı bölgelerindeyse Ukraynaca konuşanlar. Bu farklılığın siyasi tercihlere de yansıdığı görülebiliyor. 2010 seçimlerinde batı bölgeleri daha çok Batı yanlısı Timoşenko’nun partisini desteklerken, doğu ve güney illeri Yanukoviç’i destekledi. Kasım’da baş gösteren protestolara en yoğun destek batı kentlerinden geldi, 19 Şubat’ta Polonya sınırındaki 800 bin nüfuslu Lviv, Yanukoviç yönetimini tanımadığını ilan etti.

Batı kentlerindeki ‘iktidarı yok sayma’ durumu Yanukoviç’in devrilmesinin ardından doğu kentlerinde de ortaya çıktı. Harkov’da toplanan bazı doğu illeri temsilcileri yeni Kiev yönetimini tanımadığını söyledi. Bu sırada parlamento, ülkede Rusça konuşan ciddi bir nüfus olmasına rağmen, ‘tek devlet dili’ hükmünü yeniden yürürlüğe sokarak Rusça’nın kamuda resmiyetine son verdi. Devrim öncesi ülkenin parçalanma eşiğine geldiğinden söz edilirken, bu durum bugün de pek değişmiş değil. Ukrayna’nın tamamını memnun etmek kolay görünmüyor.

Kırım’ın durumu muamma

Özerk cumhuriyet olan Kırım’ın ve ‘Rus üssü’ Sivastopol’un durumu ise daha farklı. Sivastopol’da toplanan binlerce kişi ‘Rusya, Rusya!’ sloganları atarken, belediye binasındaki Ukrayna bayrağı indirilerek yerine Rusya bayrağı asıldı. Yüzde 60’a yakınını Rusların oluşturduğu Kırım’da geçtiğimiz hafta Parlamento Başkanı Vladimir Konstantinov, Ukrayna’nın geleceği tehlikeye girdiği anda Kırım’ın bağımsız kalabileceğini ifade etti. Özerk yönetimin başkenti Simferepol’da toplanan Tatarlar da Rusya’yı protesto ederek, Ukrayna’ya bağlı kalmak istediklerini söyledi. ‘Kırım Rusya’nın değildir!’ diyen Tatar grupla Rusya yanlıları arasında kavga çıktı. Kırım parlamentosu önümüzdeki günlerde Kırım’ın statüsünü belirlemek için toplanacak.