Kıyıda

Burundian refugees gather on the shores of Lake Tanganyika in Kagunga village in Kigoma region in western Tanzania, as they wait for MV Liemba to transport them to Kigoma township, May 17, 2015. Burundi President Pierre Nkurunziza on Sunday made his first public appearance in the capital Bujumbura since an attempted coup last week failed to oust him from power, saying he was monitoring a threat posed by Islamist militants from Somalia. REUTERS/Thomas Mukoya      TPX IMAGES OF THE DAY

Fotoğraf: Thomas Mukoya, Reuters / Kigoma

Bilir misiniz göç ne demektir diye soruyor, evinizden ayrılmayı, şehrinize veda etmeyi, anılarınızı gözü yaşlı geride bırakmayı? Ekliyor, öyle yabancı illerden çaresizce umut beklemeyi, bilir misiniz?

Sadece üç harf hayatı değiştiren. Yo, aşk değil bu. Bu kez aşk değil.  Öyle güzel bir şey de sayılmaz zaten. Göç bu. Hayatın yönünü değiştiren keskin bir adım, sarılmaz yaralar açan, ümitlerle sonu belirsiz bir yolculuk bu.  Fırtınaya tutulursun ya kara denizde, öyle bir şey.

Anlatıyor, Şehrin keşmekeşliğinden kaçıp, kısa bir huzur almaya benzemez bu yolculuk. Deniz keyif yapılacak, nehir serinlenecek yerler değil bize. Yol onlar. Sonu belirsiz, umut yolu. Sınır onlar. Bir daha dönmemek için, dikenli teller bıraktığımız sınır.

Çok uzaklardan Rumca bir şarkının sözlerini hatırlıyor o sırada, Tanganika kıyısında. FAS

Sana söylemiştim, yine söylüyorum
Sahile inme (demiştim)
Fırtına olur sahilde
Ve seni alır, götürür

Kırmızı

brn

Fotoğraf: Goran Tomasevic, Reuters / Bujumbara

Değişim sancısı diye avutuyor kendisini. Kolay olmaz bu işler diyor kat’i bir ifadeyle. Sokaklar sivrilecek, duvarlar kırmızıya boyanacaktır elbette diye ekliyor sonra.

Kendinden eminmiş gibi görünmeye çalışıyor bunları düşünürken. Referansı tarih ne de olsa. Böyle değil miydi asırların hikâyesi bir bakıma? Termofil’de, Viyana’da ya da Gettysburg’da kaybedeni de olan zaferler kazanılmamış mıydı? Tarih dedikleri bunlardan ibaret değil miydi yıllarca? Bu kırmızı, bayraklara renk olmamış mıydı defalarca yeryüzünde? Hatta son asrın gerçeği değil miydi kurtuluş için katliamlar, Nanjing’te, Guernica’da, Halepçe’de, Srebrenitsa’da. Dünyanın tüm kıtalarında.

Kırmızı yadırganmamalı o zaman diyor, haklı olduğunu ispatlarcasına kendisine. Bir zamanlar ne güzel basitlemişti liderin biri; milyonların ölümü istatistiktir diyerek bu vaziyeti. Buydu işte milyonlarca trajedinin tanımı.

Biraz duruldu. Değil, olmamalı dedi bu kez. Sancısı çekilen değişim, kırmızıyı hiç değiştirmemişti aslında. Asırlarca aynı renkti. Burundi’de çekilen bu fotoğraftaki gibi hâlâ kırmızıydı. FAS

Onlar evlerine dönme hayaliyle yaşlandılar

Mohammed Emtair

85 yaşındaki Muhammed Emtair ömrünü, evine döneceği umuduyla mülteci kampında geçirenlerden biri.

Birleşmiş Milletler Haziran soınunda bir ‘istatistik’ yayınladı. Eldeki verilere göre evinden edilmiş, mülteci olarak yaşamak zorunda kalan insan sayısının 50 milyonu geçtiğini duyurdu. Dünya ise, Stalin’i haklı çıkararak milyonların acısını ‘istatistik’ olarak gördü. Oysa, evlerinden edilenler bu rakamlar değildi, birbirinden tamamen farklı her biri özel hayatlar idi. Ramla yakınlarındaki köyünü 1,5 yaşında terk etmek zorunda kalan Filistinli Leyla Afaneh gibi. O günden beri evine döneceğine dair umudunu hiç kaybetmeyen o küçük Leyla şimdi 67 yaşında. Dile kolay!

Birleşmiş Milletler sadece bir coğrafyadan bahsetmiyordu tabi. Afganistan, Filistin, Güney Sudan, Orta Afrika, Myanmar, Somali gibi dünyanın her kıtasındaydı bu acılar, göç edenler. Bir de kucağında uyuyan 2 yaşındaki kızıyla İstanbul’un bir köşesinde dilenmek zorunda kalmış Suriyelilerdi bu insanlar. İşte 50 milyon olarak açıklanan bu rakam, birkaç ‘lider’in ağzından çıkan nefsî kararla evlerinden edilen insanlardı özetle. Bu insanların yaşam kaynağı ise -bizim kıymetini bilmediğimiz- memleket toprağına duyulan hasretti, bir gün evlerine dönme umuduydu. Hiçbiri huzurlu yuvasını, sıcak aşıyla mutfağını, akrabalarını bırakıp gitmemişti başka memleketlere, kaçmıştı onlar ya da sürülmüştü! Hayfa yakınlarındaki evini 4 yaşında terk etmek zorunda kalan Filistinli Nayfeh ebu Sba gibi. O yaştan beri Cenin mülteci kampında, evine döneceği günü bekleyerek yaşıyor hâlâ.

85 yaşındaki Muhammed Emtair de ömrünü, evine döneceği umuduyla mülteci kampında geçirenlerden biri. İsrail saldırılarından dolayı çocukluğunda evini terk edip, Kudüs’le Ramallah arasındaki Kalandiya kampında yaşamak zorunda kalmış on yıllardır. 70 yaşındaki Cemile Şalabi ise henüz 4 yaşındayken ailesiyle birlikte köyünü terk edip Cenin mülteci kampına sığınanlardan. 1948’deki savaşın ardından göçe zorlanan, mülteci durumuna düşen diğer yüz binlerce Filistinli gibi. Filistinlilerin ‘büyük felaket’ olarak hatırladığı o günleri yaşayanlardan biri de 85 yaşındaki Gaffur Abrurrahman. Genç yaşta evini terk edip Kalandiya kampında yaşıyor o da.

Onlar gibi yüzlerce, binlerce insan var eğer istatistiki olarak bakmak gerekirse. Ama onlar, daha anlamadan/anlayamadan evlerini terk edip, yabancı ellerde tüm zorluklara, hatta dışlanmalara rağmen yaşamayı başarmış hayatlar. BM’nin açıkladığı rakamlar ise, geçen onca yıla rağmen umutlarını kaybetmeden yaşamaya çalışan bu insanların sayısının, 2010’ların dünyasında artmaya devam ettiğini gösteriyor, biz evi olanlara!.. FAS

Sınarian Fotoblog

Aylar varki, tuttum billah nefsimi. fotoblog açmamak için. lakin yenik düştüm bu gece. aradım wordpress’te, hotmail’de arar misali yeni adres. olası isimleri denedikten sonra ‘notconstantinople’, ‘katmandoo’ gibi absürd isimler dahi denedim. gördüm alınmış. anladım, yeni nesil dünya, bloglarda. baktım olmuyo, triplendim kendi kendime wordpress’e, açtım bu adresi http://admadyok.wordpress.com/

Velhasıl, Sınarian Fotoblog hayırlı uğurlu vesaire olsun. teşriflerinizi beklerim…

‘Boş’

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

fotoğraf; mehmet / yazı; fatih

Bir kelime yetebilir bazen, özetlemeye hayatı. Sokakta, sinemada, evde kısacası günlük kullanımda düşünmeden, anlamlandırmadan harcadığımız kelimedir bu, defalarca hem de. Ama artık bu dünyada olmayan annesini Avcılar kabristanında ziyarete gelen 60’larında bir amcanın ağzından hüzünlü bi’ tonda çıktığında, derindir anlamı bu kelimenin. Özetidir hayatın ve aynı zamanda insanoğlunun aciz körlüğünün. ‘Boş’… Ölümle özdeşleşmiş meşhur şarkıda denildiği gibi ‘dünyada ölümden başkası yalan’ imiş. Kaybedenleri olanlar için daha bir manalıdır bu söz. Ama bu ‘yalan’ı görmek için göz gerekli insanoğluna. Ve yine şarkıda geçtiği gibi bizler ‘gözlerimizi ellerimizle bağlıyoruz’. Bağı aralamak için yolumuzu geçirmek gerek kabristanlardan, bazen. Bizden öncekilere dua etmek ya da gidenleri hatırlamak olmamalı sadece, bu ziyaretin amacı. Hırslarımızla, kaygılarımızla bağlandığımız bu dünyaya, bu ‘boş’luğa esas gözden bakmayı denemek için atılmalı bu küçük adımlar. Küçük bi’ adım, aslında kim olduğumuza doğru. Görmek için, 4’ündeyken, 17’sindeyken, 30’larındayken veya 80’indeyken göç etmişleri diğer tarafa. Ve her an bizim de bu yola koyulabileceğimizi hatırlamak için. Ölesiye koştursak dahi malum son’da bakanın, valinin, berberin, öğrencinin yan yana yattığını. Yani öldüğünü. Bunu hatırlamak için.  Mezar taşında memur, kaymakam, itfaiyeci yazsa dahi orada geçerli olanın aslında sadece bir ‘fatiha’ olduğunu, ölmeden önce düşünebilmek/özümseyebilmek için. Arada bir hatırlamalı, sadece ‘insan’ olduğumuzu ve faniliğimizi…